Çocuk Kasaplığı Üzerine
Mevcut dünya düzeni, insanı yanlış yaptırarak ödüllendiriyor; kişi omurgasız ve içi boş olduğu sürece bu duruma razı olup, rahat edebiliyor. Dolayısıyla, bilerek “yanlış kişi” olup, düzenle çatışma olasılığını düşürüyor…
02/02/2005
13 yaşındaki kızını adeta kurbanlık hayvan gibi kesen Kuveytli babanın bu davranışının arketipi nedir diye düşündüğümde, insan olma adına yüzümüzü ağartacak bilgilere nail olamadım.
İnsan türü, yavrusunu yiyen hayvanlar gibi çocuğunu katletmede kimi zaman bir sakınca görmüyor. Kentleşmenin beraberinde gelen hukuk, her türlü istismarı ve öldürmeyi suç saysa bile, ilkel arketiplerimiz kimi zaman üstün gelip hunhar davranışlar yapmamıza engel olamıyor.
Günümüzde çocuklarını intihar eylemcisi olarak yetiştirenler, düşmana karşı rahmini tükenmez dinamit deposu sayıp çocuk doğuran anneler, bekaret bahanesiyle kızlarını kesen babalar, ensest ve pedofili suçlarını gizleyenler, çocuk emeği sömürüsüyle servet sahibi olanlar, çocuklara tetik çektiren aşiret, tarikat ve çeteler, kurye olarak kullananlar, gasp ve kapkaççılığına göz yumanlar, her doğan kız çocuğunun fuhuş sektöründe çalıştırıldığı uzak Asya’da hâlâ çocuk yapmaya devam eden aileler, savaşlarda çocuk katledenler ve tahayyül edemeyeceğimiz daha nice işler yapan ve yaptıranlar, çocuk istismarının en gaddar örnekleridir.
Çocuklarımızın ayaklarına batan dikenler ya diktiklerimizdir ya da sökmediklerimiz.
İlkel ritüeller ve güncel pratik
Darwin, “Seksüel Seçme” adlı eserinde, Güney Amerika ve Afrika’da çocuklarını öldüren bazı ilkel kabilelerin varlığından söz eder. Bebek cinayetleri o denli çığırından çıkmıştır ki, insanlar soylarının devamını tehlikeye sokmuşlardır.
Darwin, bunun sebebini açıklayıcı bir bilgi vermiyor ama, o kabileler doğum kontrolünü sağlayamadıkları için, doğan her bebeğin, bakımı, beslenmesi, büyütülmesi kabileye yeni bir yük getirdiği için, bebek cinayetlerinin mantığı belki bu olabilir.
Bu cinayetlerin meşrulaştırılması, ilahi bir mânaya büründürülmesi, ve entelektüelize edilmesi, dinlerdeki kurban ritüelleriyle bulunmuş olabilir. Tanrılara sunulan canlının çocuk veya genç kız olmasının yerini, zamanla hayvanların almasını biraz “insafa gelme” olarak yorumlayabiliriz.
Aynı eserde Darwin, İngiliz sömürge askerlerinden bir albayın, Hindistan’ın bazı bölgelerinde tek bir çocuğa rastlayamadığını anlatıyor. Kimi köylerde ise erkek çocuklar öldürülmez, fakat bunların evlendirilmesi için diğer köylere giderek genç kızları kaçırırlar.
Anadolu’daki kız kaçırma geleneği de oradan gelmiş olabilir. Dolayısıyla, şu veya bu bahaneyle kızlarını kesenler, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, bunu namus, töre, şeriat, vs. ne adına yaparsa yapsın, bu davranış ilkel arketiplerimizin su yüzüne çıkmasıdır.
Kız çocuğu babası olmaktan hicap duyanlar da, en hafifinden bu kültürden bir nebze nasibini almış olanlardır. Bizim töre/namus cinayeti dediğimize, diğer dillerde “seks cinayeti” diyorlar, yanlış mı?
Sparta devletinde asker toplum yaratabilme zannıyla, hastalıklı, zayıf ve engelli çocuklar öldürülüyordu. Bizde de, her Türk asker doğduğu için, engellilerden tiksinen, üstün zekalılardan korkan ortalamanın faşizmi hükmünü sürdürmeye devam ediyor.
0-6 yaş çocuk ölümlerinin, çocuk felcinin, istismar kurbanlarının, hasta ve engelli çocukların, sokak çocuklarının, suçlu çocukların, çocuk işçilerin had safhada olduğu münasebetsiz dünya rekorlarına sahipliğimizle övünebiliriz.
Yılmaz Güney’in Duvar filmini san’âtsal bulamayız, o ne hoyratlık öyle…
Kızı Esma’yı bakire olmadığı paranoyasıyla kesen Kuveytli baba, belki de güçlü ensestik dürtülerine engel olamadığı için, bir “yadsıma”ya başvurarak bu cinayeti işlemiş olabilir; kendince günahkarlıktan kurtulmuş oluyordu.
Kızını namus bahanesiyle öldürmesi, bir “yüceltme” (sublimation) mekanizması olabilir. Ülkemizde ensest kurbanı kızlar, tek kurtuluş yolu olarak bir delikanlı bulup evden kaçmaya çalışırlarken, bu kez flört edip aile şerefini iki paralık ettiği suçlamasıyla ya intihara zorlanıyorlar, ya da sokak ortasında canları alınıyor.
Cinsel faşizanlığın sınırları, akıl sınırlarımızı fazlasıyla zorlayacak dehşete sahiptir.
Duygusal istismar
Antropologlar, mevcut insan türünü Homo Sapiens (düşünen insan) olarak tanımlayıp, hak edilmemiş bir iltifata tabii tutuyorlar. Oysa, türümüz diğer kardeş türleri avlayarak, onların yeryüzünden silinmesini sağlamıştır.
Neanderthal ve Cro-Magnon gibi zeki insan türleri, saldırgan türümüz karşısında yok olmuşlardır bana göre. Henüz 2003 yılında yapılan bir kazıda, bizim atalarımızın Neanderthal’leri avlayarak beyinlerini ve iliklerini yediklerine dair bulgulara rastlanmıştı. Bu yamyamlık, diğer kardeş türleri de yeryüzünden silmiştir.
Ancak, antropologların açıklaması, “Yeni koşullara uyum sağlayamamalarından ötürü” yok olduklarıdır. Çağdaş ve nâzenin kent insanının benlik imgesine, özgüvenine bir zarar gelmesin, kendini mağrur, asil, düşünen, uygar insan varsaysın diye icat olunmuş ideolojik bir yaklaşımdır bu.
Bu telkinle, insanların suç işlememesi, otoriteye itaati, düzene boyun eğmesi sağlanmış olup, Batılı olmayanları da hâkir görmesi başarılmıştır.
Tarih boyunca filozoflar, peygamberler, ermişler, dervişler, insanın değerli bir varlık olduğu, yaratılanların en şereflisi olduğu üzerine düşünceler ürettiler, ama bu abartılı iltifatlar pek işe yaramadı.
Ahlak öğretileri ve siyasal öğretiler, insanın, nefret, saldırganlık ve düşmanlık duygularını ehlileştirmeye çalışmış, sanat ve bilim de en büyük desteği vermiştir.
Lâkin, Tarih, Antropoloji ve Sosyoloji, insan soyunun onurlu, erdemli, haysiyetli olduğuna dair küçücük bir veriye, bulguya rastlamış mıdır? Suçu ve mülkiyeti icat eden bizim türümüz değil midir? Dünyamızın gidişatına baktığımızda da iç açıcı bir durumumuz var mı?
Siz, hayvanların suç işlediğini, hırsızlık, yalan, cinayet, fuhuş, uyuşturucu, pedofili, hortumcu, mafya, cunta, idam cezası, düşünce suçu gibi terimlere sahip olduğunu gördünüz mü? İnsanın karanlık yüzü olmasaydı, Psikoloji diye bir bilime gerek duyulur muydu? Hatta, ahlak, etik, erdem, moral değerler kavramlarına sahip olur muyduk? Abartılan her şey aslında yoktur, insan kendini ne denli abartıyorsa o kadar suçludur. Evrensel aşağılık duygusu da buradan kaynaklanıyor sanırım. Örneğin, gökdelen inşa etme görgüsüzlüğünün mânası ve gereği nedir?
Çağdaş psikoloji, suçu ve istismarı tanımlıyor ama, sorunun sınıfsal, ekonomik, tarihi, dini ve ideolojik altyapılarına inmekten imtina ediyor. Kanımca, duygusal istismarın kaynağı tek tanrılı dinlerdir; firavunun zulmünden kaçan Musa, çarmıha gerilen İsa, Hira dağında çile çeken Muhammet idolleri, insan ilişkilerinin duygusal istismar üzerine kurulmasının sebeplerinden başta gelenidir.
Aşktan, sevgiden, dostluktan, ebeveyn olmaktan, vs. çoğunluğun anladığı şey duygusal istismardır. Oysa, duygusal istismara maruz kalan bir çocuğun, cinsel istismara maruz kalma olasılığının yükseldiği bilinmektedir.
Tek tanrılı dinlerdeki cehennem imgesinin, fiziksel istismardan işkenceye varana değin, her türlü şiddeti meşrulaştırdığı, doğallaştırdığı ve yücelttiğini düşünüyorum. Acı çekmenin bir erdem olarak kabulü, şiddetin meşrulaştırılmasına yaramıştır.
Erdemle kırbaçlanan insan, efendilerinin istismarından, sömürüsünden haz alan bir köleden başka ne olabilir?
Ortaçağ engizisyoncuları ilahi otorite adına işkence yapma yetkisini kendilerinde görüyorlarsa, bugün de devlet adına işkence uygulamalarında bir sakınca görülmüyor.
Kuram ve pratik
Sosyal öğrenme kuramlarına göre, olumlu davranışlar yapan çocuğu ödüllendirdiğinizde, bu davranış pekiştirilmiş olur, ancak istenmeyen davranışlarına hiddet ve şiddetle karşılık verdiğinizde olumsuz davranışlar sönümlenmez, artarak devam eder.
Mevcut dünya düzeni ise, insanı yanlış yaptırarak ödüllendiriyor, kişi omurgasız ve içi boş olduğu sürece bu duruma razı olup, rahat edebiliyor. Dolayısıyla, bilerek “yanlış kişi” olup, düzenle çatışma olasılığını düşürüyor.
İnsanlık, hiçlik içinde yüzsüzü oynamaya devam ediyor.
Hüseyin Kaplan