Dünden Bugüne Çukurova
Çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin geçtiği Tarsus, bir sanayi ve tarım kentiydi. Neşeli ve şakacı insanların yurduydu Çukurova, bugünkü haline hiç benzemezdi, işsizlik yoktu diyebilirim. Ülkenin birçok yöresine nazaran bizler özgürce yetişen bir nesildik.
Bir proleter kentinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilen gençler olarak dünyayı gözlemliyorduk. İşçi kadınlar gecenin herhangi bir saatinde sokaklarda olabilir, fabrikadan evlerine rahatça gidip gelebilirlerdi. Bu durum her yaştan ve sınıftan kadın için geçerliydi. Kimse kimseye dokunmaz, rahatsız etmezdi. İsteyen sabaha kadar sokaklarda dolaşsa, kimseden zarar görmezdi. Kimsenin yaşam tarzı, giyimi, kuşamı yadırganmazdı, hem şalvarla dolaşan köylü kadınlar, hem de mini etekli kadınlar aynı rahatlıkla yaşarlardı. Kimsenin inancına, itikadına, içkisine karışılmaz ve bunları sorgulayanlar da ayıplanırdı. Bu ülkede “laisizm” diye bir şey varsa, bunun layıkıyla yaşandığı yer Çukurova’ydı.
70’li yılların sonunda başlayan siyasi çatışmaları bahane ederek gelen Sıkıyönetim ve darbe dönemi her yerde olduğu gibi Çukurova’yı da çürütmeye başlamıştı. Her geçen gün yozlaşma ve yabancılaşmanın çıtası yükselirken, sahip olduğumuz değerler erozyona uğruyordu. İşsizlik, göç ve varoşlaşma almış başını gidiyordu. Fabrikalar kapanıyor, çiftçilik zorlaşıyor, yoksulluk artıyordu. Pamuk, narenciye, hububat artık para etmiyor, çiftçiler ve vergi rekortmeni köklü esnaflar zarar edip işyerlerini kapatıyorlardı. 90’lara geldiğimizde sokaklar bir lümpen ordusuyla dolup taşmaya başlamıştı. Kapıyı kilitlemeden uyuduğumuz dönemler çoktan gerilerde kalmış, sıcak yaz akşamlarında damlarda yatma alışkanlığından çoğunlukla vazgeçilmişti. Apartmanların vahşi yükselişi birbirimizi tanıyamaz hale getiriyordu. Turunç ve yasemin kokulu sokaklar yok olurken bir şehrin ruhu da yok oluyor, vandalizm bize sırıtıyordu. Bizi insan yapan değerler ayaklar altına alınırken, suç oranları yükseliyor, toplumdaki güven duygusu zedeleniyor, kimse kimseyi umursamıyordu artık.
Şiddet sarmalında yetişmiş hoyrat ve eğitimsiz kitlelerin çevremizi kuşattığının farkındaydık elbet. Parçalanmış aileler, madde bağımlılığı, sorunlarla boğulan okullarımız görmezden geliniyordu. ‘Altta kalanın canı çıksın’cılıkla nereye kadar yol alınacaktı? Sosyopatların, cani ruhluların “delikanlı raconu” kestiği ve muteber şahıslardan sayıldığı, silahla dolaşmalarının takdir edildiği bu koşullarda, Özgecan cinayeti “ben geliyorum!” demesine rağmen tehlikeleri öngörenler, dikkat edenler var mıydı? Özgecan Arslan cinayeti, ‘münferit bir vakıa’ değildir, diğer muhtemel vahşiliklerin habercisidir.
Paragöz tüccarlardan kurulu üniversite yönetimleri, öğrencilerine gün boyu servis hizmeti vermeyip, onların taleplerine ve yakarışlarına aldırış ettiler mi? Bu ortamı yaratan güçler, yetiştirdikleri lümpen ordusuyla, vahşi kurtlarla, Frankenstein’larla nasıl baş edeceklerini, nasıl kontrol edebileceklerini, ne türden tedbirler alacaklarını düşünüyorlar mı?
Ekonomik ve sosyal tedbirler almadan, havanda su döverek, birkaç caniye ceza vererek bu sorunların çözülemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Göz boyama siyaseti de bir yere kadar işliyor. Hayatın gerçeği, bıçağını boynumuza dayamışken daha neyi bekliyoruz? Bu halkın çıldırmasını mı? Bu yaraları açanlar, çaresini de bilenlerdir aslında. Oysa “Güvenlik paketleri”yle halkın elini kolunu bağlamaya çalışanlar, taşları bağlayıp köpekleri mi salmak istiyorlar?
Çukurova’yı yekpare bir büyükşehir olarak düşünmek, planlamak gerekiyor. Hâlâ kasabalı kafasıyla düşünmekten vazgeçmeli birileri. Ulaşım, güvenlik, sağlık, eğitim, kent planlaması vb konularında Çukurova bir bütün olarak görülmeli. İstanbul’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük kenti Çukurova’dır, yüz ölçümü açısından ise en geniş olanı. Bu bölgede asayiş sağlanamazsa, ülkenin hiçbir bölgesinde sağlanamaz.
“Özgürlük mü, güvenlik mi?” paradoksunu halka dayatan neo-liberalizm, güvenlik endişesi duyan halkın özgürlüğünü gasp etmeye çalışıyor. Halbuki, ancak özgür bir toplumda güven içinde yaşayabiliriz, despotik toplumlarda kamu güvenliği olamayacağını biliyoruz. 12 Eylül yıllarında bunu yaşayıp gördük. Halkın ruh sağlığını bozan darbelerin, travmaların bugünkü sonuçlarını yaşıyor ve bedelini ödüyoruz. Hesabı henüz sorulamamış zulümler varken, bu topluma lanetli ve günahkâr bir kavimmiş gibi felaketler yağdırmaya çalışanlar nereye kadar gidebileceklerini zannediyorlar? Hayat, absurd olanı törpüler ve imha eder, dalgaların dışarı attığı çöpler misali tarihin çöplüğüne gönderileceklerdir.
Hüseyin KAPLAN