Küllerinden Doğan Dünya
1945’te dünyamızda insan nüfusu bir buçuk milyardı. O günlerde kapitalist dünyanın efendileri bir tüketim toplumu yaratmak amacıyla nüfus artış hızını yükseltmek istediler ve çocuk yapma modası başlatıldı. Ne kadar insan, o kadar müşteri ve para demekti. Zaten aile kurumu meşru üreme kurumu olduğu için buna biraz gaz verildi, çocuğu olmayanlara tüp bebek mi istersiniz, hormon tedavileri mi, her yol mubahtı. İş yerlerinde verilen teşvikler ve primler, düğün izinleri, doğum izinleri, çocuk yardımlarının birer sosyal hak olduğu kanaati yaratıldı fakat kısa sürede işler kontrolden çıkıverdi.
1995’te dünya nüfusu altı milyar olmuştu ve kara kara düşünmeye, “Ne olacak bu dünyanın hali?” denilmeye başlanmıştı. Olağan üstü bir durumdu bu, elli bin yılda olmayan artış elli yılda olmuştu ve nüfus yüzde üç yüz artmış, dört katına çıkmıştı. Geri kalmış ülkeler için aşırı nüfus bir zamanlar Wilhelm Reich’ın tespit ettiği gibi, ucuz iş gücü ve bedava askeri güç demekti. Ne kadar aşırı nüfus ve yoksulluk olursa işçi sınıfını tehdit edecek işsizler ordusu kapıda hazır bekliyordu. Emekçi haklarından, özgürlük ve demokrasiden bahsetmek bir rüyaydı elbet.
Kat sayısal olarak bu artış hızıyla gidecek olan insan nüfusunun önlenemez felaketlere yol açacağı endişesiyle “aile planlaması” gündeme getirildi. Her ne kadar Vatikan kürtajı lanetlese de, doğum kontrolü moda olmaya başladı ve özendirildi. Çin’de tek çocuğa izin verildi, ikinci çocuğu olan babalara hapis cezası veriliyordu. Erkeklerin de kısırlaştırılma ameliyatları gündeme geldi tüm dünyada. Bizde bir hükümet politikası olarak aile planlaması, Turgut Özal döneminde kırsala kadar ulaşan sağlık çalışanları tarafından yaygınlaştırılmaya çalışıldı ve aynı kişi, “Biz 70 milyon olalım da, Bulgaristan görür gününü” diye avanak bir laf etmişti o günlerde.
Dünyamızdaki karbon salınımının geri dönülemez düzeye geldiği ve şu anki nüfusumuzun 7,8 milyar olduğu, 2050’de bu gezegenin ölümünün gerçekleşeceği tezleri yabana atılacak türden değil. On üç milyar insana yetecek kadar gıda üretilmesine karşın, bir kısmının obezite sorunu varken, iki milyar insanın açlık ve yoksullukla çırpınıyor olmaları, para ve mülkiyetin yüzde doksanının bir avuç seçkinin elinde olması karşısında geride kalanların azap çektiği bu dünya düzeninden memnun olanınız var mı?
Daha çok kâr uğruna, sanayileşme, kalkınma, ilerleme mavallarıyla kirlilik yaratanlar bugün dünyayı kurtarma yarışına girenlerdir. Frankenstein gibi kendi yarattıkları canavarla baş etmeye çalışan egemenler; pandemi, covid ve karantina günlerini başlatanlardı. Onların düşünürü ve sözcüsü antropolog Harari, lüzumsuz nüfusun bu yeryüzünden silinmesi gerektiğini yazmıştı. Kör parmağım gözüne çalışmalarına rağmen, hâlâ olan bitene inanmak istemeyen iyimser teyzelerle dolu şu tuhaf dünyamız. Patronların ve virüsün hedef kitlesi onlar üstelik.
Pekâlâ, önümüzdeki otuz yılda bugünkü çocukların nefes alamayacağı, su içemeyeceği bir dünya olsun ister miydiniz? Pekin benzeri kentlerin durumunu biliyorsunuz, yarın diye bir şey yoktu ne yazık ki. Karbon salınımının durdurularak, gezegenimizin üç yüz yıl gençleşmesi, havanın, karaların ve denizlerin sanayi devrimi öncesine dönmesi gerekiyor.
Normalleşme diye bir şey yok, yaşadığımız hayat akıl almaz derecede anormal değil miydi? Camus’nun Veba romanında veba bitti diye sevinen şehir halkına hazin hazin bakan doktor, “Veba hiç bitmedi ki, uykuya geçti, her an dirilebilir” der.
Hastanelere gitmeye ürktüğümüz bu koşullarda, hâlâ çocuk sahibi olmaya cesaret edebilecek kimselerin bu dünyadan haberleri olduğunu sanmıyorum.