Kadınlar neden şiddet tehditi altında?
Her şey “24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları”nın uygulanması için yapılan askeri darbe dönemiyle başladı diyebilirim. İşçi sınıfına karşı yapılan bu darbenin toplumsal sonuçlarını yetiştirdiği nesiller açısından bugün daha net görebiliyoruz.
Emek cephesinin lokomotif güç olmaktan çıkarıldığı, işçi sınıfının mağlup edildiği ülkemizde yaşanan başıbozuklukların sonuçlarından birisi de şiddetin yükselişidir. Sınıfsal sendikal mücadelenin zayıflamasıyla oluşan toplumsal “yan etkiler”i şöyle sıralayabilirim:
Yobazlığın ve kültürsüzlüğün bir “değer” olarak yükselişi,
Kara parayla işleyen suç ekonomisinin piyasayı yönetmesi,
Şiddetin sınır tanımazlığı ve toplumun her hücresine sirayet edişi,
Muhaliflerin bölünerek küçük gruplara, partilere ayrılmaları ve kendi aralarında çatışmaları,
Gençlik ve öğrenci muhalefetinin provokasyon ve şiddetle yıldırılmaya, sindirilmeye çalışılması,
Kadın hareketlerinin sınıfsal bağlamından kopup, muhatabını ve amacını şaşırması, küçük burjuvazi çeperinde tıkanmaları,
Eğitimde dinci faşizmin, cinsiyetçi ideolojinin, ataerkil kültürün ön plana çıkarılması,
Taşeronlaşmanın işçileri sendikasızlaştırmada ve kara para aklamada vazgeçilmez bir enstrümana dönüşümü, dolayısıyla lümpen proleterliği ve şiddeti arka planda güçlendirmeleri,
Madde bağımlılığının artışının desteklenmesiyle iç denetimi zayıf, oto kontrolsüz kimselerin ve şiddet mağduru sosyopatların, istismar, tecavüz ve cinayetlerde baş rol oynamaları,
Bilim, sanat, siyaset ve edebiyat çevrelerinin bu gidişata kayıtsız kalışları, “dolce vita” özlemiyle kendilerini ve uğraş alanlarını burjuvaziye pazarlama gayretleri,
Bu maddeleri çoğaltabiliriz. Ekonomik krizlerin toplumu nasıl hırpaladığını, dağılmış aileleri, kimsesiz kalan çocukları hepimiz biliyoruz. Halkın ruh sağlığını bozan darbelerin ardından gelen ekonomik krizlerle defalarca kamu vicdanına darbeler yapıldı, tecavüz edildi. Bu problemlerin doğurduğu travmalara, sosyo-psikolojik sonuçlarına bakmaya tenezzül etmeyen YÖK akademisyenleri ve güzide basınımız susmayı tercih ettiler.
Güneydoğu’da süren “düşük yoğunluklu savaş”ın ve Ortadoğu’da süren savaşların hayatımızda yarattığı acıları hissetmeyen güzel aldırmazlık(la belle indefference)la bugünlere gelmeyi başardık, ama kolay gelmedik. Bu rezilliğe, bu bataklığa gelebilmek için çok yol kat ettik, çok çaba harcadık ve çok masraf ettik. “Bu yoldan gitmeyin, yapmayın etmeyin” diyenleri de doğduğuna pişman ettik. Kimilerini ötekileştirdik ve kötülüklere müstehak olduklarını düşündük. Örneğin töre cinayetleri, namus cinayetleri adıyla yapılan kıyımların, bir başka gezegende yaşanıyormuşçasına bizden ırak olduğunu varsayarak üzülmeye bile değer görmedik. Cinsel ve dinsel tabuların kirli sularında serpilen ve semiren sapkınlıkların bir gün bizim de kapımızı çalıp, steril hayatlarımızı berbat edebileceği ihtimaline gülüp geçtik.
Irkçılığa, şovenizme, holiganlığa, lümpenliğe ve silah fetişizmine tutulan alkışların, bir deneme tahtası, ucuz ve kolay kurbanlar, atış poligonunun hedefi, kasabın bıçağındaki kuzu misali, çocuklara ve kadınlara da yöneleceğine kimsenin aklı ve sağduyusu yetmiyor muydu?
“12 Eylül Sineması” diye tanımladığım, tecavüzün ve şiddetin eğlencelik çerez olduğu dönem filmlerini hatırlarsınız. Tecavüzcü Coşkun ve Nuri Alço filmlerinin nasıl bir toplum mühendisliği olduğunu, bunlarla yetişen nesillerin bugünün canileri, tecavüzcüleri olduğunu yeni yeni fark etmeye başladım.
Birinci Körfez savaşından sonra Hollywood filmlerinin, dizilerinin, PC oyunlarının şiddeti kutsadığı ve tanrısallaştırdığını, bunlarla yetişen çocukların bugün ABD ordusunun lejyonerleri olarak görev yaptıkları Ortadoğu’da insanlara nasıl kan kusturduğunu görüyorsunuz. Evimizin içine kadar giren ABD menşeli kanalların (Cnbc-e, E2, Fox, vs) suça özendirdiğini, kriminal dizilerin aslında suç işlemeyi öğrettiğini ve çocuklarımızı bundan sakınmadığımızın ayrımında değil miyiz?
Buna benzer saçmalıklarla yetişen gençlerin, dünyanın dört bir yanından IŞİD’e katıldıklarını, akıl almaz zulümler yaptıklarını herkes görüyor elbet. IŞİD sonrası yeni boyutlar kazanan caniliğin bize yansıması, tecavüz ve cinayetlerin artışı ve kurbanların yakılmaya çalışılmasıdır. Boko Haram’ın bir köyde 2 bin insanı yakmasının ardından caniler burada da kurbanlarını yakmaya çok heveskâr oldular.
11 Eylül sonrası üslup ve taraf değiştiren medyanın, entellektüel çevrenin ve edebiyat dünyasının, Afganistan ve Irak’ta katledilen milyonlarca insanı, yine Suriye iç savaşında ölen 200 bin insanı görmezden gelişlerini, insandan saymamalarını, fakat Paris’te bir şeyler olunca feryat figan çığırışlarını nasıl anlamalıyız? Bu konularda tek satır söz etmeyen partiler, sendikalar, meslek odaları, dernekler, vakıflar, dergilerden bazıları da Esad’a sövmeye, onu devirmeye çırpınıyorlar. Varsayalım Esad düşerse, IŞİD, El Nusra ve ÖSO, Suriye halkına daha müşfik mi davranacak acaba? Türkiye sınırlarını delip, kadın ve çocuklara tecavüz edip, esir pazarları kurmayacaklar mı? Bu neo-liberallerin kadınlarını ellerinden alıp cariye yapmayacaklar mı? Onlar da “Yaşasın Yeni Dünya Düzeni! Yaşasın Yeni Türkiye!” tezahüratı mı yaparlar, bilmiyorum.
Bir insan hakları sorunu olarak çocuk istismarları ve kadın cinayetleri neden ele alınmıyor anlayabilmiş değilim. Töre cinayetleri, kan davaları, çocuk istismarları, organ kaçakçılığı, fuhuş mafyası, narkotik kaçakçılığı vb. sorunların, bir insan hakları sorunu olarak görülmeyişini, umursanmayışını sorgulayamaz mıyız? Ben mi her şeyi yanlış biliyorum, herkes mi doğru yolda, fakat göremeyen ben miyim bilmiyorum.
Sanat, Edebiyat, Siyaset ve Bilim çevrelerinin bu vahim olaylar/olgular karşısında kendilerini sorumlu görmemeleri, ilgisiz duruşları bir sorun değil mi, yoksa normal mi? “Acaba bunların tartışılmasından rahatsız olan ataerkil bir zihniyet, maço bir gurur, kirli bir vicdan, çocuk düşmanı bir kültür mü var?” diye düşünmeden edemiyorum. Ya da onlar Mesih’in geleceğini günü ve Kıyamet saatini bilmenin gamsızlığıyla bir şey yapmıyorlar ve bunu bizden gizliyorlar mı dersiniz.
İnsan olamamanın, adam olamamanın ıstıraplarıyla kıvrananların acizliğinde ve hunharlığında boğulan masum ve mazlumları onların eline terk eden bu kamu vicdanı, bu aile ve din kurumu, siyasal ve ekonomik düzen, hukuk sistemi, eğitim sistemi, feodal töreler ve budala burjuvazinin kuşatmasını nasıl kıracağımızın yollarını bulmak isteyenler var mı bu ülkede?
Hüseyin Kaplan