İflah Olmaz Riyakârlığımız
“Yaşam yaşamıyor” – Ferdinand Kürnberger
Yüzleşme kültürünün olmadığı toplumlarda yozlaşmanın kapıları kolayca açılıverir. Yüzleşme adabının eksikliği, adaletsizliğin ve yolsuzluğun pervasızca yapılmasının güvencesi değil midir? Bu ortamın şımarttığı şiddet, nefret, düşmanlık ve yolsuzluk hayatımızı sarmalıyor. “Öteki”ne tahammülsüz bir toplum yaratmayı başaranlar, bu ülkeyi soyup soğana çevirirken, birbirlerine siyasi, dini, etnik hınç duyanlar, işsizlik oranlarını, borç batağı içinde oluşlarını, aç biilaç kalışlarını önemsemiyorlar.
Egemenler binlerce yıldan bu yana yarattıkları yapay problemlerle toplumları kutuplara ayırarak yönetmeyi başardılar.
“Bu bağlamda şiddet, baskı, haksızlık ve acı birikimleriyle yüzleşmemiş ve hesaplaşmamış olmak, günümüze toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşmesine, hukuk dışılığın bir norm haline gelmesine, öfke, nefret ve linç kültürünün yerleşik hale gelmesine yol açıyor. Bu durumun izdüşümlerini Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihine geriye dönüp bakarak görmek mümkün. Bu nedenle, Türkiye’nin hiç vakit kaybetmeden “hatırlama kültürü” üzerine payandalandırılan bir geçmiş politikasına ve bu geçmişte yaşanmış tüm zulüm ve haksızlıkların cezasız kalmamasını sağlayacak bir geçmişle hesaplaşma sürecine girmesi gerekiyor. Bundan kaçınmak, bunu ertelemek unutulanın, unutturulanın ve en nihayetinde bastırılanın sadece ve sadece tahrip gücü daha yüksek bir biçimde geri gelmesini sağlar.”(1)
Seçimler yaklaşırken seçim hilelerinden ve seçimde muhtemel yolsuzluklardan bahsedilmeye başlandı. Varlıkları ve kuruluşları şaibeli parti ve siyasetçilerden namuslu icraatlar beklemiyoruz tabii. Burjuva sınıfı, eğitim kurumundan adalet kurumuna kadar her dokuyu kirleterek varlığını sürdürüp, ayakta kalabiliyor. Adam kayırma, torpilcilik, menfaatçilik, normal kabullerimiz arasına girmedi mi? Demirel’in hukuku hiçe sayan tutumları, Özal ahlâkı, Çiller zekâsı, AKP’ye sağlam bir zemin hazırlayarak bugünlere gelmemizi sağladı. ‘Atı hızlı gidenin terkisine binerim’ mantığıyla davrananlar, her dönem kapkaççı partilerin seçmen kitlesini oluştururlar. Kitlelerin sürüleşmesinden başka dayanağı ve desteği olmayan sermaye sınıfı, zaman kazanmak için her dönem kitleleri oyalayacak sorunlar bulurlar. Kitleler kendi yaşamlarını ilgilendirmeyen sorunlarla cebelleşirken, geleceklerinin çalındığını göremezler.
Muhafazakârların ve milliyetçilerin, edebiyat, felsefe ve psikolojiye duydukları nefretin sebebini yüzleşmeye tahammülsüz oluşlarında görüyorum.
“Yüzleşme, ister kişisel ister toplumsal manada, bir arınmak, yenilenmek, yeniden başlamak iradesidir. Bir vicdani hesaplaşma ve muhasebe gayretidir. Eğer yeni olmayı, yenilenmeyi gerekli kılan gerçekleriniz varsa, onlarla yüzleşmeden, ne yeni ne de yenilenmiş olursunuz. Yüzleşme aynı zamanda bir kültürel gelişme düzeyi ve ölçüsüdür. Öz eleştiri kültürü olmayan,“unutalım gitsin” kolaycılığıyla kendini idame ettiren toplumlarda, bu yüzden, yüzleşme, zor ve sancılı bir süreç olmaktadır. Çünkü bir yandan yüzleşmeyi dayatan, üzerinden yüzyıl da geçse peşinden gelen gerçeklerin vardır ve bir yandan korkakça bu sorumluluktan kaçınıyor, erteleyip duruyorsundur. Ve bu, yüzleşmenin anlam ve ağırlığını artırmaktan başkaca hiçbir sonuç üretmez.
Yüzleşme, ülkemiz özgünlüğünde barış içerisinde bir arada yaşama ve geleceğine güvenle bakma özlemimizin cevabıdır. Çünkü etnik, dinsel, kültürel çeşitliliğiyle anlamlı, değerli olan ülkemizin “kendi” olabilmek çabası, ancak tutarlı bir yüzleşme iradesiyle karşılığını ortaya çıkartabilecektir. Bu nedenle yüzleşme deneyim ve sürecini, demokratik değişim ve yeniden yapılanma istem ve beklentilerimizin en temel motivasyon zemini olarak anlamamız, anlamlandırmamız gereği var. Zamanın ruhunu ve aslında bir geleceğini doğru inşa etme bilimi görmek gereken tarihini kavramak, ancak bu duyarlılığa sahip olmamızla mümkün ve olanaklıdır.”(2)
Viktoryen ahlâk ve Protestan müslümanlığın bu ülkede kapitalizmin ruhunu var ettiğini tespit etmeden boş eleştirilerle oyalanırız. Ülkenin siyasi ikliminin, üst yapı kurumlarını ve halkın ruh sağlığını nasıl etkilediğini ve belirlediği yaşayıp gördük. Edebiyat, sanat, eğitim ve medya kurumunun savruluşlarına hepimiz tanık değil miyiz? Neo-liberallerin dümen suyuna takılan münevver sınıfı, tutarlı ve radikal bir çizgi izlemekten bir günah işleyecekmiş gibi uzak duruyor. Hükümetin uygulamalarını kınayanların eline geçen gücü ve fırsatları kullanma konusunda onlardan bir farklarının olmadığını her defasında ispatladılar. Örneğin sanat edebiyat ödülleri dağıtma hususunda otorite(!) olanlar, adam kayırmacılıkla, zevksizlik ve ruhsuzlukla bunları yapmaktan usanmıyor ve utanmıyorlar. Sanatı ve edebiyatı egemenlere peşkeş çekmeyi marifet sayanlar, adeta babalarının malından ulufe dağıtır gibi davranıyorlar.
Okumadıkları, incelemedikleri, izlemedikleri eserlere peşinen ödül dağıtan bir zihniyetin, feodal toprak ağalarının ahlâkından, kültüründen bir farkları var mıdır? Başkalarına haksızlık yapma hakkını ve gücünü kendilerinde nasıl buluyorlar, anlamıyorum.
Düşünce namusu yoksunu ve duygusal zekâ yoksulu olunca her yol mübâh oluyor. Her türlü hileden uzak durulmasının milli şuur ve ahlâk olduğu vaazını verenler, ikiyüzlülüğü, riyakârlığı, kaypaklığı topluma şırınga etmeyi başardılar. Viktoryen ve Jakoben burjuvazi her yıl devlet bütçesinden Tır’lar dolusu parayı Diyanet için ayırırken, diğer yandan dinin çağdışı olduğunu, dinin cahillerin ve ayak takımının uğraşı olduğunu ısrarla anlatmayı sürdürüyor.
Bir yanda Kurtuluş Savaşı verilirken, diğer yanda Sovyetler Birliği’nin Kuvay-ı Milliye’ye yardım için gönderdiği altınların nerede, nasıl iç edildiği tartışmaları şanlı tarihimizin sayfalarında yer alıyor. (Bkz: TBMM Gizli Celse Zabıtları, 1920-1922, İşbankası yayınları)
Banka ortağı, holdinglerin uşağı partilerin hak ve adalet uğrunda ne yapabileceğini sanıyoruz? Hak arama kuruluşları olan sendikaların, meslek odalarının bilakis emekçi sınıfı bir kavanozun içine hapsederek kıpırdamalarına engel olan aygıtlar olduklarını yaşayarak deneyimledik.
“Dünya dediğimiz toplum, bir sürü karşıt küçük çıkarların çatışmasından başka bir şey değil; kendine güvenen, savaşan, biri öteki tarafından sırayla aşağılanmış, yaralanmış ve ertesi gün bir bozgunun tiksintisinde, uykusuzluğun zaferinde cezasını çekmiş bütün gururların sonsuz bir kavgasından başka bir şey değil. Ertesinde hemen ezilmiş olma pahasına bir an dikkatleri üzerimize çektiğimiz bu yerde yalnız yaşamak, bu sefil kavgada hiç yaralanmış olmamak, hiç yaşamamak, varoluşu olmamak demektir. Zavallı insanlık!” (3)
Hüseyin Kaplan
1-Ümit Kurt, Hafıza-i Beşer Nisyanla Malûl mü? Birikim dergisi 2009 Şubat
2-Cafer Solgun, Meydan gazetesi 25 Nisan 2015
3-Chamfort, Soğuk Kül, Gendaş yayınları, sayfa 53-54